top of page

HIGHLIGHTED

DOSYA

"Görsel ve İşitselin Kesişiminde" yazı dizisinin ikinci bölümünde avangart sanatçı ve müzisyen Laurie Anderson var.

Multimedya Pratiklerin Müzikal Kahramanları #2 Görsel ve İşitselin Kesişiminde Laurie Anderson

Koray Soylu


Laurie Anderson, yarattığı medyalar cümbüşünün dünya dışı bir kahramanı. Merkezine hikâyeleri ve gerçeğin çeşitli izdüşümlerini aldığı görsel ile işitselin kesişimindeki derin mirası, bunun yankı ve yansımalarıyla dolu.


Görsel ve işitselin kesişiminde: Multimedya pratiklerin müzikal kahramanları serisinin olası konuklarını ararken aklıma ilk düşen isimler arasında yer alıyordu Laurie Anderson. Serinin ilk yazısında odağa taşıdığım Kraftwerk’le birlikte Laurie Anderson, hem değerlendirdiğim hem de nihayetinde yakından keşfetmeye karar verdiğim sanatçılar arasında bu seri için biçilmiş bir kaftan âdeta. 


Laurie Anderson

Anderson “Salute” adlı yerleştirmesinde (2021) (Fotoğraf: Sarah L. Voisin The Washington Post)


Bundan yıllar önce, Koç Üniversitesi Radyo’sunda bir yayıncıyken radarıma giren; O Superman şarkısı ve Big Science (1982) albümüyle aklıma kazınan Laurie Anderson’a dair üstünkörü yaptığım araştırmalardan arda kalan şey deneysellikti. Bu deneysellik, müziğin sınırlarının çok ötesine taşıyordu. Her ne kadar Anderson’ın yaratıcı kataloğunun peşine obsesif bir merakla düşmemiş ve sayfalarını birer birer karıştırmamış olsam da, o kataloğun kapağı bile Laurie’nin kategorize dışı bir multidisipliner olduğunu ima ediyordu. 


35 yaşına değin konvansiyonel solo bir albüm kaydetmeyen, bunun yerine avangard oda orkestraları yazan ve mikrofonuna spoken word şiirler okuyan Laurie Anderson; sentetik bir yaşam formunu, robotik bir pandomimciyi çağrıştırıyordu. Serinin ikinci yazısı için onun dünyasına ve hikâyesine doğru bir yolculuğa çıkmak, bu çağrışımları ve Laurie’yle özdeşleştirdiklerimi doğruladı. Üstüne, Anderson’ın 50 yılı aşkın medyalararası cümbüşünde onu özgün kılanın çok insani, bizden bir şey olduğunu kavramamı sağladı.


Portre, Laurie Anderson

Laurie Anderson, Otoportre serisi “Absent in the Present: Looking into a Mirror Sideways 2” serisinde. Kredi: Laurie Anderson


Şikago, Illinois


1947’de, Şikago’nun bir taşrasında doğan Laurie Anderson, 8 çocuklu bir ailenin üyesiydi. Hristiyan muhafazakârlığının yaygın olduğu ABD’nin İncil Kemeri bölgesinde büyürken, hem aile yemeği sofralarında hem de büyük annesiyle gittiği kilise ayinlerinde hikâyelerle tanıştı. Dinî, spiritüel ve mitolojik anlatılar, onun deyimiyle, “...irrasyonel ve komplike bir dünyada yaşadığımızın ilk işaretleriydi.” 


Anderson için yaşam hikâyelerden, onları nasıl hatırladığımız ve anlattığımızdan ibaret. Çocukluğunda tohumları atılan ve onun hayatı boyunca sadık kaldığı bu inanç; hakikatle hayalin, pozitif bilgiyle kurgunun kesişiminde deneysel ve deneyimsel oyun alanları yaratan yaratıcılığını tanımladı. Zira Laurie için her şeyden önce sözler ve kelimeler, dilin kendisi vardı. Çocukluğunda kardeşleriyle yeni bir dil icat etmeye kadar varan Anderson’ın zihninde nahif bir merak ve dahiyane bir maceracılık buluşuyordu. Dilin yanıltıcı olduğu kadar farklı gerçeklikleri inşa etme potansiyeliyle dolu olduğunu da idrak eden bir zihindi bu. Bu yüzden Laurie Anderson’ın tüm yaratıcı yolculuğu, özünde dilin ve anlatının olduğu; müziğin, filmin, tiyatronun, performans sanatının, teknolojinin ve ötesinin onun anlatıcılığının araçları olduğu başlangıçsız ve sonsuz bir hikâye hâlâ. 


Laurie Anderson

Laurie Anderson, Dominion Theatre, London, 1983 (Fotoğraf - Financial Times)


Michael Brodeur’un tabiriyle çoklu medya ve interdisipliner gibi terimlerin çağdaş sanat leksikonuna girmesinin ilhamlarından olan Anderson, avangard bir hatip personasını envai çeşit medya uzantılarıyla kurmaya 1950’lerle başladı. Art Institute of Chicago’da resim çalıştı, hâlâ binbir türlü versiyonuyla omzundan düşürmediği kemanını Chicago Youth Sympony’de çaldı, tiyatro oyunlarında başrol oynadı, okul dergisi için editörlük yaptı. “Laurie Anderson fenomeni” yavaş yavaş tomurcuklanırken henüz başladığı biyoloji üniversite eğitimi yarım kaldı; kalıp dışı sanat pratiklerinin başkentlerinden New York’un çağrısı Laurie’yi Barnard College’a ve Columbia’ya götürdü. Yarım asırdır çağdaş sanatın müzikli, sesli ve sözlü hilkat garibeliğini yapan Laurie Anderson’ın ve ele avuca sığmayan fikirlerinin doğum müjdesiydi bu. Anderson, özerk bir toprak parçası gibi yaşayan Aşağı Manhattan’ın disiplinleri çarpıştıran ve yaratıcılığı sınırsızlaştıran özgürleştiriciliğinde serpildi. İçine dili sıkıştırdığı manifold medyalar onun tükenmez üretkenliğiyle bir araya gelirken, Laurie Anderson hikâyelerini anlatmaya başladı. 


Portre

Laurie Anderson stüdyosunda, 1980. Kredi: Tannenbaum/Getty Images


New York, New York


Marcel Duchamp’tan Mark Rothko’ya, İlhan Mimaroğlu’ndan John Cage’e, Nam June Paik’ten Andy Warhol’a nice öncü sanatçı New York’a hicret ederken, aynı zamanda 20. Yüzyılın avangard sanatının kutbunu Avrupa’dan ABD’ye doğru kaydırıyordu. Modern ve post-modern sanatın sol entelijensiyasını oluşturacak bu ve daha fazla isim; konformizmi reddeden ve statükoya meydan okuyan bir sanat anlayışını da yaygınlaştırıyordu. 


Bununla beraber, sanatsal yaratıcılığa dair önkabuller yeni araçların vadettiği ifade imkânlarıyla yer değiştiriyor, sanatçının bireyselliği farklı medyalarla etkileşime sokularak sınırları bulanık, hibrit bir deneysellik öne çıkarılıyordu. Müzelerden ve galerilerden dışarıya taşan ve deneyimi merkezine yerleştiren performans sanatını, videonun bir medya olarak ortaya çıkışını, müziğin non-music olarak yapıbozuma uğratılmasını bu deneyselliğin yansımaları olarak değerlendirmek mümkün. 


Laurie Anderson’ın henüz 19 yaşının başında taşındığı New York, böyle bir New York’tu. Canal Caddesi’nin Hudson Nehri’yle buluştuğu Aşağı Manhattan’ın batısında bir ara kata taşınan Anderson, çocukluğu ve ergenliği boyunca edindiği tüm yeteneklerin sağladığı yaratıcı esnekliği New York’un özgürleştirici kaosunda ve öngörülemez tekinsizliğinde olgunlaştırdı:

“…düzenli bir şehirde yaşamak istemiyordum. Midwest’i terk etmemin sebebi de buydu. New York’a kaostan kaçınmak için değil, onun verdiği heyecan için gelmiştim. Hayal kırıklığına da uğramadım.”


Sokakta Performans

Laurie Anderson “Duets on Ice’ı sergiliyor (Fotoğraf: Paolo Rocci)


Gordon Matta-Clark’ın, William S. Burroughs’un, Patti Smith’in, Philip Glass ve Arthur Russell’ın müdavimi olduğu bir sanat çemberinin içindeydi Anderson. Bunun ötesinde; müzik sahnelerinin, galeri alanlarının, kolektif apartman dairelerinin de aralarında yer aldığı bir komünitenin parçasıydı. New York’un alametifarikası tanımlayıcıları yenilikçi fikirler, sanatçı işbirlikleri ve türlü disiplinlerin kesişimleriydi. Şehri bu daimî dönüşümün ve yaratıcı alışverişin merkezi yapan, onu ilham dolu kaosuyla entelektüel bir göç durağına dönüşteren ise Laurie Anderson gibi insanlarıydı. Kimden başladığı ve nerede bittiği belli olmayan New York ile başsız ve sonsuz hikâyelerin anlatıcısı Laurie Anderson’ı ayrı düşünmek zor.


Laurie’nin şehrin kuralsızlığın akışkanlığında, Sol Lewitt ve Carl Andre’nin rehberliğinde çalıştığı heykeltıraşlıkla ilk adımlarını attığı disiplinlerarası sanatçılığı; performans sanatından edebiyata, müzikten teknoloji mucitliğine genişledi. Örneğin Duets on Ice adını verdiği ve büyükannesinin bir hatırasına adadığı performansında, ayakları iki buz bloğu içindeyken kemanını kendi kendine çalan bir enstrümana dönüştürdü. Kemanının içine kurduğu hoparlörden yükselen kaset müziğine arşesiyle eşlik etti; “düetleri” buz blokları eriyinceye kadar devam etti. Handphone Table ise, katılımcıların dirseklerini üstüne yerleştirerek aktive edebilecekleri ve elleriyle kulaklarını kapatarak dinleyebilecekleri bir müzik deneyimi sunuyordu.


New York’taki ilk yıllarından başlamak üzere Laurie Anderson, müzikli hikâyeleri hiçbir zaman terk etmedi. Ancak müzik, medyumlar arasında bir medyumdu sadece. Anderson’ın medyalar arasında gezinen maceraperestliği, sanatının odağına tekil bir pratiğin yerleşmesiyle uyuşmuyordu. Bu hâlâ böyle. Öte yandan, 1980’lerle başlayan ve Laurie’yi uluslararası bir üne kavuşturan stüdyo kayıtları, onu müzikle hiç olmadığı kadar yakınlaştıracaktı. 


Laurie Anderson

Kredi: Laurie Anderson


O Superman…


Laurie Anderson, 9 dakikaya yaklaşan O Superman şarkısını 1981 yılında yayınladı. Anderson’ın tekrarlı bir “ha ha ha” vokal beat’i üzerine yayılan vokoder manipülasyonlu sesinin, spoken-word vokallerinin ve mecazi hikâye anlatıcılığının kristalize olduğu O Superman, Laurie’yi Aşağı Manhattan’ın niş avangardlarından uluslararası “bir garip pop müzisyenine” dönüştürdü. 


Bu şarkıyla Birleşik Krallık’ın şarkı listelerinde ikinci sıraya tırmandı. Warner Bros Music’le üç albümlük bir anlaşma yaptı. Adı, arkadaşlarının apartman dairelerinden, sokaktan ve kolektif sanat galerilerinden şatafatlı konser salonlarına taşındı. Ancak onu neredeyse bir süperstar yapan bu müzikal başarı, 10 yılı aşkın bir süredir belli bir sanat disiplininin temsilciliğinden azade kalabilmiş Laurie Anderson için multimedya sunumlarını daha geniş bir kitleye sunabilme imkânı demekti yalnızca. Bunun yanında, portfolyosuna iyiden iyiye görkemleşecek performanslar eklemesinin; ABD’nin, kendisinin ve etrafındakilerinin hikâyelerini “Laurie Andersonca konuşmaya” ve söylemeye devam etmesinin de bir yoluydu. 


Yaşamlarımız, Hikâyelerimiz 


Laurie’nin 1970’lerin ikinci yarısından beri sergilediği; her biri iki saatlik 4 bölümden oluşan ve ABD’nin Anderson filtresinden geçmiş bir tarih anlatısı olan United States Live’ın (1984) Brooklyn Müzik Akademisi’ne taşınan performansı bu yollardan biriydi örneğin. United States Live, mucitliğe ve modifiye ederek yeni kullanımlar yaratmaya hep meraklı olmuş Laurie Anderson’ın aralarında neon bir kemanın, yine keman türevi bir enstrüman olan viophonograph’ın, at kılı yerine manyetik bir ses bandı kullanarak ürettiği dijital bir arşenin, vokal manipülasyonlarıyla içine girdiği kurgu karakterlerin (bkz: Fenway Bergamot) ve dahasının olduğu bir teknoloji kutlamasıydı. 


Bunun yanında, arşesinin ucuna yerleştirdiği mini kameralarla aktüelleşen, sahnesinin arkasında boylu boyunca uzanan video ekranına yansıyan animasyonlarla görsel bir boyut kazanan ve dramatik mizanseniyle teatralleşerek vodvil-vari bir gösteriye dönüşen United States Live, Laurie Anderson’ın biricikliğinin, medyaların kolajından oluşan bir opus magnum’un ilamıydı.


Konser

Laurie Anderson, Brooklyn Müzik Akademisi’nde United States Live’ı sergiliyor, 1983. Fotoğraf: John B. Cavanagh, Kredi: Laurie Anderson 


Anderson’ın yazdığı, oynadığı, görsellerini tasarladığı ve yönettiği Home of the Brave (1986) performans filmi ise bu pop medya kolajının bir devamıydı. 90 dakikalık süresi içinde dijitalleşen dünyadan aşkın diline uzanan konularıyla Laurie’yi adeta bir masal anlatıcısı olarak konumlayan Home of the Brave, tıpkı United States Live gibi Laurie Anderson’ın şarkılarını da kapsıyordu. 


Zira Anderson’ın şarkıları hiçbir zaman müzikal niteliklerinden ibaret olmadı. Onun müziğini alelade bir albüm bağlamında dinlemek, sese indirgeyerek içindeki hikâyelerden soyutlamak mümkün değil. Laurie’nin evrensel bir ünün eşiğine geldikten sonra dahi kendini stüdyo odalarına sıkıştırıp peşi sıra albümler yayınlamak yerine, müziğini multimedya şovlarının bir medyumu olarak kullanmasının arkasında da özünde kendini bir anlatıcı olarak konumlandırması var. 


Hatıralarımızı, anılarımızı, kabullerimizi, inanışlarımızı, dilin kendisini sorgulayan; gerçek olan ile gerçek addettiklerimiz arasında salınan ve dünyamızın komplike varoluşunda büyülü ve mizahi gezintilere çıkan Laurie Anderson, hâlâ o envaiçeşit medyumla dolu çantası sırtında yaşıyor.


[Üretmeye] bir ressam ve heykeltıraş olarak başladım ve 40 yıl boyunca çizimler, müzik, resimler, enstalasyonlar, film, elektronik tasarımlar, yazılımlar, opera ve tiyatro yaptım. Tüm bu işlerin kökünde ise hikâyeler vardı. Hikâyeler işlerimi çalıştırdı ve harekete geçirdi. Hikayeler ve kelimeler; en çok onları seviyorum.


- Laurie Anderson


Bize Ulaşın

bottom of page